Bugün 12 Eylül...Binlerce yurdum insanının zindanlara doldurulduğu, onlarca hatta yüzlerce insanımızın işkencelerle öldürüldüğü, karanlık bir kabusun yıldönümü..
NETEKİM PAŞA; ‘ASMAYALIM DA BESLEYELİM Mİ' BUYURMUŞTU!
DÖRTLÜKLER Cellat uyandı yatağında bir gece "Tanrım" dedi "Bu ne zor bilmece : Öldürdükçe çoğalıyor adamlar Ben tükenmekteyim öldürdükçe..." Ataol BEHRAMOĞLU ****
Binlerce yurdum insanının zindanlara doldurulduğu, onlarca hatta yüzlerce insanımızın işkencelerle öldürüldüğü, henüz 17 yaşında olan Erdal Eren’in yaşı büyütülerek darağacına çekildiği, karanlık bir kabusun yani 12 Eylül Darbesi’nin yıldönümü.. *** Bu ülkede o kabusun, o postalların çiğnediği filizlerin/ işkencelerin/gencecik yaşta ‘Asmayalım da besleyelim mi’ denilerek yaşamdan koparılan gencecik bir fidanın ve daha nicelerinin hesabı sorulamadığı için hala yüreklerimiz kanıyor.. Evet bugün; apoletli generallerin ‘NETEKİM, MEMLEKETTE HİÇ HUZUR KALMAMIŞTI’ (!) diyerek, ülke yönetimine el koydukları bir darbenin 37.yıldönümü.. Bu arada o apoletli generallerin beslediği/kol kanat gerdiği/palazlandırdığı bir şebekenin; devletin kurumlarını bir örümcek ağı gibi örmüş.. Kanı bitlenince de bir Temmuz gecesi sinsi/hain/ kalleşce bir operasyon ile ülkemizi bir ablukaya alma girişimine kalkışan bir zihniyetin saldırısı ile karşı karşıya olduğumuzu da unutmuyoruz.. Kısacası; 12 Eylül Darbecileri ile 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne kalkışan ‘darbeci artıklarının’ bir farkı yoktur.. İkisi de aynı kaynaktan beslenmiş, Aynı güçten destek almış/almaktadır.. Ve ikisi de ülkemize, demokrasimize, cumhuriyetimize yönelik bir saldırının failleridir.. Her ne kadar 12 Eylül Darbesi’nin elebaşlarından gereken hesabı sorduğumuz söylenemezse de... Umuyoruz ki; 12 Eylül’cülerin besleyip/büyüttüğü ve bu ülkenin yüreğine hançer saplamak isteyen, ikinci grup ile yani (FETÖ) ile gereken hesaplaşma kararlılıkla yapılır.. Öyle umuyor, öyle görüyor ve bekliyoruz.. *** Bugün ülkenin başına nasıl bela olduğuna tanık olduğumuz ve (hesabı dahi görülemeyen) o korkunç darbenin yıldönümünde, (o günlere dair) kısa bir yolculuk yapmaya çalışalım..: UFACIKTIM, MİNİCİKTİM… 14-15 yaşlarında çelimsiz mi çelimsiz bir çocuktum… Ne o büyükler gibi ülkeyi kurtarabilecek yaşlarda, ne de yaşananları tahlil edebilecek erginlikte… Çocuk aklımca, yaşananları tahlil etmeye çalışıyor; koparılan onca filizin, ezilen onca çimenin kime ne zarar verdiğini düşünmeye çalışıyordum… 14-15 yaşlarında bir çocuktum… Aslında 1979 yılı 1 Mayıs’ında çocuk olmadığımı anlamış, hatta büyükler ‘sen çocuk değilsin’ demişlerdi. O vakit kafam hayli karışmıştı. Yıllarca süren 1 Mayıs davası süresince hep aklıma; mahkeme heyetinin okuduğu metindeki; ‘Anayasal düzeni silah zoruyla yıkmak...” diye başlayıp giden sözler takılmıştı da, ne demek istenildiğini anlayamamıştım. Ve bugün de hâlâ anlamış değilim. Ben kendimi o vakitler 14 yaşında çelimsiz bir çocuk gibi görüyordum, ama değilmişim. Anlayacağınız; ‘boyumdan büyük işlere karışmışım da haberim yokmuş! Ve şimdi düşünüyorum da; nasıl olur da bir ülkede 14-15 yaşlarında çocuklar, düzen için tehdit oluştururlardı.‘Yaşasın 1 Mayıs’ diye bağırmakla sistem mi yıkılırdı! Tabii o günlerde bunu anlamak hem zor, hem de yaşımız gereği olanaksızdı! Hoş, bugün de anlamış değiliz. Aradan 37 yıl geçmesine rağmen yine ülkemde gençler, demokrasi isteyenler, kadınlar, üretenler, emekten yana tavır koyanlar ‘potansiyel suçlu’ olmaktan, yakalarına yafta gibi takılmaktan kurtulamadı. Ve bu ülkede 12 Eylül hukuku; yasalarıyla, -apoletini çıkarmasına rağmen- bir süre Marmaris’te ‘Nü’ çalışması yapan ve gereken hesabı vermeden yaşamını yitiren Netekim Paşaları’yla var olduğu sürece demokrasinin geleceğini beklemek biraz safdillik olsa gerek. Ufacıktım, miniciktim, çelimsiz bir çocuktum. Ama o çocuk halimle birçok şeye aklım eriyor, filizlerin koparılmasının, çimenlerin ezilmesinin iyiye işaret olmadığını algılayabiliyordum.
Ve bugün işte filizlerin koparıldığı, çimenlerin ezildiği günün 37.yıldönümü. … Biliyorum şu an birçoğumuz; -yaşı 40’ın altında olanlar- o günü ne hatırlıyor, ne de doğru dürüst ne olduğunu biliyor. Yaşı 50’nin üzerinde olanların birçoğu ise; şöyle veya böyle o korkunç dönemde çok sıkıntı çekti . Kimi sakıncalı bulunup, generallerin iki dudağı arasından çıkan sözcükle 1402 sayılı yasa ile kamuda işine son verildi, kimi gözaltına alınıp, işkencelere uğradı, kimi de 17’sinde (yaşı büyütülerek) asılan ‘Erdal Eren gibi yaşamdan koparıldı.. Binlerce hatta on binlerce insan ülkesini terk edip mülteci hayatı yaşamak zorunda kaldı. Bir milyonu aşkın insan belirsiz sürelerle gözaltına alındı. Bunlardan kimi kayboldu, kimi sakat kaldı. Kimin mezarı ise yıllar geçmesine rağmen bulunamadı. Biliyorum bugün birçoğumuz (aklı erenler) o günleri ne yaşamak, ne de anmak istiyoruz. Ve hatta yaşanan onca acı, çile ve gözyaşını aklımıza bile getirmek istemiyoruz. Yani sonunda 12 Eylül’ün istediği gibi ‘Balık hafızalı bir toplum’ olup çıktık. Dününü unutmuş, değerlerini yitirmiş, demokrasisine sahip çık(a)mayan toplumların geleceklerini sağlıklı bir biçimde kurgulamaları da olanaksızdır. İşte 12 Eylül 1980 Darbesi; toplumun dün ile geleceği arasındaki tüm bağları kopardı /izole etti/ deforme etti/ dumura uğrattı. KISACASI; Ve bugün de işte karanlığın izlerini taşıyan 1982 Anayasası ve değiştirilemeyen yasaları ile yaşamaya devam ediyor. Siyasetin en solundan en sağına kadar birçok parti; bu Anayasa ve yasaların değiştirilmesini istemesine rağmen değiştirilemiyor. *** UFACIKTIM, MİNİCİKTİM, ÇELİMSİZ Aklım o günlerde bir şeylere ermiyordu. Yaşananları gördükçe hâlâ da erdiğini söyleyemem. Ama aklımın erdiği bir konu vardı: Türkiye 12 Eylül yasalarıyla yaşamaya asla mecbur değildir.
Daha fazla vakit geçirmeden 12 Eylül ile hesaplaşabilmeliyiz. Eğer gerçekten çağdaş dünya ulusları arasında yer almak istiyorsak –ki istiyoruz- öyle ise buna hava kadar, su kadar mecburuz. Mecbur olmaktan öte Çağdaş bir Türkiye özlemi ile yanıp tutuşan yurttaşlar olarak büyük bir sorumluluğumuz vardır. *** Bizim, yani 1973’lü yıllarda ilkokula başlayanların lise yılları 12 Eylül darbesinin yapıldığı sıcak günlere denk gelir. O günlerde öğrenci olmak; bıçak sırtında dans etmeye benzerdi. Gazete sayfalarından, tv ekranlarına (hoş, o zaman ne özel tv’ler, ne de bunu düşünen girişimciler vardı.), yayımlanan bildirilerden, sokak konuşmalarına kadar hepsinin baş konusu; gözaltılar, tutuklamalardı. Genelde bunlar fısıltıyla konuşulur, üçüncü bir kişinin duymaması için büyük bir ustalık sergilenirdi. N’olur n’olmaz; yerin kulağı olabilirdi!. Konuşmanın kıyısından köşesinden duyduğu bir iki sözcüğü bir yerlere gidebilirdi. Çünkü o günler ki; ortalıkta jurnalcilerin cirit attığı günlerdi. İşin ucunda Allah korusun, bir ihbara kurban gidip, ağzım-gözüm deyinceye kadar birkaç ay yatmak da vardı. Tabi o günlerde daha bıyıkları yeni yeni terleyen 15-16 yaşlarında gençlerdik. Ülkede olup bitene öyle pek aklımız ermezdi. Ama bazı gelişmelerden özellikle TRT’nin haber saatlerinde ekranın büyük bölümünü işgal eden Netekim Paşa’nın Kur’an’dan ayetler okuyarak gerçekleştirdiği yurt gezilerindeki konuşmalarından bir şeyler anlamaya çalışırdık.
“Memlekette hiç huzur kalmamış, bir avuç eşkıya memleketi bölgelere bölmüş. Sinsi emellerini gerçekleştirmek için gençleri kullanmışlar” vb. değerlendirmelerde bulunuyordu. O günleri hatırlayanlar, çok iyi bilirler ki; akşam haberlerinin baş konuğu Netekim Paşa olurdu. Ardında da bilmem yurdun şu bölgesinde ele geçirilen örgütsel dokümanların geçidi başlardı. Genelde doküman olarak da, piyasada rahatça satılan dünya klasikleri ile birkaç Marks ve Lenin’in kitapları olurdu. Amaç belliydi: ‘Sakına sakın, bu tür kitapları okumayın!’ Hatta, ‘hiç kitap okumayın!’ demek isteniliyordu. Ve bu depolitizasyon, bugün bile kendini hissettiriyor. Haa, iş bununla kalmadığı gibi; böyle bir mizanseni hazırlayanlar yani Netekim Paşa ve arkadaşlarının aklına okuma-yazma seferberliği düzenlemek geldi. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 100. yıldönümüne denk gelen 1981 yılını ‘Okuma-Yazma Yılı’ ilan ettiler. *** Bir yandan ‘kitap okumak tehlikelidir’ fikri Tv ekranından beyin hücrelerinin en ince noktasına enjekte edilirken, diğer yandan da ‘Okuma-yazmanın’ öneminden dem vurulurdu. Böyle bir girişim (siz adına ne derseniz deyin) dünyanın başka bir ülkesinde var mıydı, bilemem? Ama ne acıdır ki; bizim ülkemizde devletin en üst tepesindekilerce öyle ustalıkla mizanse ediliyordu ki; bugün bile hâlâ o günlerin acısını çekiyoruz. Üstüne üstlük, hâlâ hiç okumayan toplum olduğumuzdan yakınıp duruyor, bir de veryansın ediyoruz.: “Adamım, bu toplum okumuyor. En ünlü yazarların kitapları bile kitapçıların raflarında aylarca hatta yıllarca öylesine duruyor” diye söylenmekten de geri kalmıyoruz. Evet, bu toplum okumuyor! Evet, bu toplum okumayı hiç sevmiyor! Çünkü yıllarca bu ülkede kitaplar suç aleti olarak lanse edildi. Kamyon kamyon kitap, ‘sakıncalı’ olarak nitelendirilip, Sıkıyönetim Mahkemeleri kararlarıyla SEKA’ya gönderilip, hamur edildi. Yazarlar, çizerler, düşünenler, okuyanlar cezaevlerine tıkıldı. (Bugün de tablo değişmiş değil)
Gazeteler toplatıldı, dergiler müsadere altına alındı. Yayınevlerine baskınlar düzenlenip, sorumluları gözaltına alındı. Onca eziyet ve insanlık dışı uygulamaya maruz bırakıldı. Gözaltına alındığı 7 Kasım 1981 tarihinde işkenceyle öldürüldüğü mahkeme tutanaklarıyla da kesinleşen Onur Yayınevi sahiplerinden İlhan Erdost ise bunun en açık örneğiydi. *** ‘Toplum, kitap okumuyor’ diye yakınanlar, hatta ‘bu toplumdan hiç bir şey olmaz’ diyenlerin bu noktada durup düşünmesi gerekmiyor mu? Yıllarca bu ülkede; kitapları suç aleti olarak göstereceksiniz, bunu da her akşam TRT ekranlarından insanların beynine enjekte edeceksiniz, sonra da ‘niye bu toplum okumuyor’ diye yakınacaksınız. Böyle bir mantık olur mu? (Ne acıdır ki; çok çok oldu..) Yani bugün ‘toplum niye okumuyor’ diye yakınanların, ağızlar dolusu küfürle ‘bu toplumla iş olmaz’ diyenlerin, önce sorunun derinliklerine inmesi gerekiyor. Bugün işte o günlerin verdiği acıyı çekiyoruz. Ve o günlerde tafrasından geçilmeyen Netekim Paşa, bir zamanlar Marmaris’lerde sanat eseri (!) üretmekle meşgulken; gazete ve televizyon kanalları da Paşa’nın çalışmalarını yayımlamak için birbiriyle yarışa girdikleri hatırlanırsa, bu ülkede, hâlâ insanların ‘neden okumuyorsunuz’ diye sorgulanması ne derece doğrudur? Hoş, aslında kimsenin böyle ne bir niyeti, ne de düşüncesi var. Biz ise kendi kendimize gazel okuyup duruyoruz! Beyinlerimiz darmadağın olduğu için, düne bakmayı aklımızın ucuna bile getirmediğimiz gibi, buna gerek de duymuyor, hep işin kolayına kaçıyoruz! Ülkemizin son 37 yılının üzerine değirmen taşı gibi oturan depolitizasyon silindirinin yaptığı darbeleri ne görüyor, ne de sorgulayabiliyoruz. Ve bu gidişle sorgulayacağımıza da pek inanamıyorum ya... Neyse; Not:N.K/801 Notları arşivinden.. |
790 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |