Cumhuriyet, Gazi Mustafa Kemal’in, birilerinin kulağına eğilerek, "Beyler, yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz!" dediği, ansızın gelişen bir oluşum değildir.CUMHURİYET NASIL KURULDU?
Sami GÜNAL/ Bu yazının amacı, 19 Mayıs’tan başlayarak Amasya, Erzurum-Sivas, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ile Kuva-yı Milliye’ye varana dek koskocaman bir Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecini uzun uzadıya anlatmak ya da irdelemek değildir. Zaten gazetemiz arşivine göz atılacak olursa bu süreçlere de bir seri yazılar halinde değindiğimiz görülecektir. Bu yazının çerçevesi Cumhuriyet’e geliş sürecinin kabataslak bir fotoğrafını çekmektir. “Cumhuriyet ne hoştur / Batıl yolu yokuştur” Cumhuriyet, Gazi Mustafa Kemal’in, birilerinin kulağına eğilerek, "Beyler, yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz!" dediği, ansızın gelişen bir oluşum değildir. Evveliyatı ve şartları itibarıyla yoktan var edilmiştir. Adeta doğa kanununun olmazlığı oldurulmuştur. Gazi Mustafa Kemal’in, “Şu anda, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.” dediği o gün, öyle hiç te kolay gelmemiştir. Cumhuriyet’in geleceğini kolayca harcamadan geçmişine, yani o günlerden Cumhuriyet’e giden yola dönüp bir bakmakta yarar var. O yolu, vardığı nokta itibariyle kavramsal irdelemelere tabi tutma ihtiyacı içindeyiz. Azgelişmişliğin tipik göstergelerinden birisi olan kavram kargaşalığını netleştirmek gerektiği düşüncesindeyiz. Yani aradığımız cumhuriyet te, nasıl bir cumhuriyet? İllaki cumhuriyeti kutsayacak mıyız? Hayır? Eh, Cumhuriyet’e karşı mıyız? Hâşâ! Peki, meramımız ne? Meramımız, entelektüel gevezelikten ari “Nasıl Bir Cumhuriyet” olması gerektiğidir. Cumhuriyet’in arkasında yani tarihi öncesinde, Cumhuriyet’e kadar gelen o yolda neler vardı? Cumhuriyet bize masa başında hediye edilen bir lütuf değildir. Ardında dört yılı kapsayan acılarla dolu bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vardır. Yani, temelinde bağımsızlık (şehit) kanıyla sulanmış yapı harcı vardır. Neye, nasıl bir badireli sürece karşın bu harç bir ulusça gönüllü olarak karılmıştır, ona bakalım. Kudretinden sual olunmayan Osmanlı orduları savaşlar içinde Cumhuriyet öncesi iki yüz küsur yıl boyunca ta Viyana kuşatmasından o güne yenile yenile ya da yenilmemek için ancak savunma hatlarında kalmak suretiyle tükenişi yaşayarak gelmiştir. Bu tükenişin sonucudur ki emperyalist ordular Polatlı’ya kadar gelebilmişlerdir. Tam bir tükenmişlik ve zoraki teslimiyet söz konusudur. Anayurdu koruyacak ordu kalmamıştır. Geride kalan az sayıdaki direnen birliklere dahi payitaht tarafından, “işgalcilere teslim olun” çağrısı yapılmıştır. Tüm ülke emperyal güçlerin denetimine bırakılmış ve İmparatorluk tebaası olan insanlar çaresizlik içinde pes etme noktasına gelmişken… Bu çıplak halkın öz gücüne güvenen Mustafa Kemal çoktan yola çıkmıştı bile. Artık elde bağımsızlık ve özgürlük bayrağının rüzgârı var. Bu rüzgâr makûs talihi nerede tersine çevirdi? Güç bu güç! Öldü denilen ordu ayağa kalktı. 26 Ağustos’ta umulmadık taarruzunu başlattı. Zaten adı da“büyük” oldu. Bu taarruzun büyüklüğüyle 30 Ağustos sonrası beş yüz kilometreye yaklaşan yolu savaşa savaşa yararak İzmir’e vardı. Malum, bundan sonrası 9 Eylül’dür. Kordon Boyu’nda şenlik zamanıdır. Askeri alanlardaki direnmeler sonucu elde edilen zaferler yetmiyordu. Fiili savaşların sonrası masalarda bağlanırdı. Saha savaşını kazanan ordu, masa başı (diplomatik) savaşı da kazanmalıydı. İşte bunun yeri Lozan’dı. Cumhuriyet’in hazırlayıcıları, İsmet İnönü başkanlığında Lozan’da direnmesini bildi ve kazandı. Bağımsızlık savaşı artık muzaffer olmuştu. Bundan sonra dünya milletler ailesinin bağımsız bir ferdiydi Türkiye. Yeni ülkenin başkenti de yeni Ankara’ydı. Ardından cumhuriyet! Artık, yeni bir devlet vardı ortada. Kolektif aklın ve gücün kurduğu bir ülkeydi bu. Kişiye, monarka bağlanamaz, mal edilemezdi. Peki, bu yeni devletin tanımı ve yapısı ne olmalıydı? Saltanat, hilafet sürgit yerinde mi kalmalıydı? Salt bir ailenin mülkü olarak mı kalacaktı? Tebaa olmaktan ve kulluktan, yurttaşlığa geçilmemeli miydi? Yeni devletin doğası gereği ardından gelen bu soru ve sorunlar beyindeki çengelden fiili uygulanabilir gündeme indirilmişti bile. Tereddüte mahal yoktu! Evet, o gün gelmişti. Ulus muzaffer, komutan muzafferdi. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu zaferi taçlandırma kararlılığındaydılar. Meclis zaten hazır ve nazırdı. Bu gün, beklenen o gündü. 28 Ekim akşamı… Çankaya’da sadece Latife Hanım’ın gündemini bildiği ve gündemin önemine yaraşır şekilde lezzetlerin eksik olmasını istemediği bir akşam yemeği vardı. Latife Hanım sevgili eşinin heyecanına herkesten önce ortak olma bahtiyarlığını yaşmaktadır. Mustafa Kemal arkadaşlarına, yemekten sonra Anayasa maddeleri üzerinde bazı çalışmalar yapacağını bildirmiş ama daha henüz renk vermemişti. Biraz hoşsohbet… Mustafa Kemal’in elinde çatal bıçağı… Tabağına hafif bir dokunuş ve "Beyler!" diyerek gözlerini arkadaşlarına dikti: Mustafa Kemal, alkışların bitmesini bekledikten sonra ekledi: Tükenişi yaşayan, yok olma sürecinde olan bir ulusun gücüne kimse inanmazken o feylesof edalı adam, inandı, güvendi, örgütledi ve savaştı. Mustafa Kemal kürsüdedir: En büyük bayram olan, “Kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyet” kutlu olsun! Bu Cumhuriyetin içinde Anadolu halkı vardır. “Endişeli modernlerin” bir ferdi olarak, yine direnecekleri ümidi ve dileğiyle… Biz, yarın için kavramsal irdelemeler devam edeceğiz. |
508 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |