Emekli Eğitimci-Yazar Müslüm Tunaboylu, 'Yaşadıkça Yaşanan’larda okurlarını bir kez daha tarihi bir yolculuğa çıkarıyor'KALEMİNİ İZMİR'DE 24 Temmuz 2019 BSGMEDYA Yazarı, Emekli Eğitimci-Yazar Müslüm Tunaboylu, yıllar önce yazdığı ‘LOZAN’DAN BUGÜNE’ adlı yazısı ile bir kez daha hafızaları tazeliyor. Tunaboylu'nun, adeta ‘tarihe bir yolculuk’ olarak nitelendirdiği o yazısı şöyle: LOZAN'DAN BUGÜNE.. Beni anlayacağınızı umut ederek yaşamdan kesitleri sıralamaya başlamak istiyorum. 1930’lu yılların ikinci yarısında Avrupa’dan Türkiye’ye göç eden bir ailenin en küçük bireyi olarak dün ile bugünü izninizle karşılaştırarak, geçmişi anımsamak ve sizlere de anımsatmak istiyorum. Çok küçük olduğum için okur-yazar da değildim o zaman. Adını büyüklerin konuşmalarını dinlerken öğrendiğim; Ankara Vapuru Ağustos ayının akşam karanlığında Varna limanından Karadeniz’in sularını köpürterek yol almaya başladığında aynı yaştaki arkadaşımla kaptan köşküne yakında bulunan küçük cankurtaran kayıklarından birinin içersinden olanları izliyorduk. Varna’da birkaç gün limana yakın bir yerde kurulan çadırlarda kalmıştık. Deniz ürünlerini de ilk olarak bu çadırların önündeki boşlukta ailemle birlikte mideme indirmiştim. Adını bile bilmediğim deniz ürünü ile ilk tanışmamız olduğu için merak etmişim konuşmaları. Bizimle birlikte çadırda birkaç gün geçiren dayım deniz ürününün adını HAMSİ şeklinde telaffuz etmişti. 'Türkiye’de bu deniz ürünü HAMSİ’yi çok yiyebilirsiniz' diyerek bize bazı güzellikleri de sergilemek istemişti kendine göre. Ankara vapuru hırçın suları yararak bizi Türkiye’ye biran önce ulaştırabilmek için çaba harcarken arkadaşımla zamanı değerlendirmek için ara sıra insanların kaldığı büyük koğuşa iniyor, tekrar kayıklarımıza dönüyorduk. Uyku yoktu gözümüzde. Karanlığın doğudan aydınlanmaya başladığını o gece daha iyi anlamıştım. Dağlar, tepeler yoktu, her yanımız sularla kaplıydı. Vapur ile yarış eden yunusların çıkardığı sesler bir başkaydı o gece. Şafak yeri ağarırken Anadolu’nun sahillerini süsleyen yüce dağların tepeleri gözükmeye başlamıştı. Bu gözüken Türkiye’nin dağları olsa gerek dedik arkadaşımla. Ben o zaman dünyanın yuvarlaklığını, denizleri ve benzeri suları bilemediğim bir yaşta idim. Güneşin doğduğu yer ile battığı yerin ötesinde koca bir dünyanın olduğundan bihaberdim. Arkadaşımla birlikte ailemizin bulunduğu bölüme koşarak indik. Türkiye gözüktü diye bağırdığımı anımsıyorum. O saatlerde uyanık olan ailemin fertleri vapurun güvertesine çıkarak izlemeye başlamışlardı. İzleyenlerin sayıları giderek artıyordu. Arkadaşımla birlikte gecelediğimiz kayığın içersine çıkarak güverte de bulunanları sevinç gözyaşları ile duygularını izlemeye başladık. Bir süre sonra İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e açılan bölümünü hem Anadolu, hem de Trakya parçası yamaçlarında bulunan binaları ve yurdumuzun güzelliklerini izliyorduk. Kız Kulesi yanından geçerken kule ile ilgili anlatımları da can kulağı ile dinlemeyi ihmal etmemiştik. O zaman Tuzla’nın bir limanı yoktu. Vapur uzakta konaklamıştı. Bugünkü gibi rıhtıma yanaşmamıştı. Türkiye de ilk geceyi böylece karadan uzakta Ankara Vapuru’nda geçirmiştik. Vapurdan önce insanlar, eşyaları ve son olarak da hayvanlar indirilmişti. Karaya büyük motorlu kayıklarla taşındık. Motor boğazın sularında yüzerken annem bir avuç suyu alarak yudumlamıştı. Tuzlu suyu neden o dakikalarda içmişti o davranışına bir anlam veremedim doğrusu. Tuzla’da göçmenlerin konaklamaları için yapılan barakaları ve müştemilatını unutmam mümkün değil. Uzun bir yolculuk sayılmasa da iyiden iyiye yorulmuştuk.
Bize yeni giysiler verdiler ve hazırlanmış duşa kabinlerde güzelce yıkandık. Duşa kabini ilk kez orada gördüm. Mutfakta çok güzel yemeklerin piştiğini burnumuza gelen kokulardan sezinliyorduk. Temiz giysilerimi çok beğenmiştim. Onları gözüm gibi koruyarak tertemiz tuttuğumu biliyorum. Bir vapur dolusu insan birkaç barakada kurulan tek kat kısa ranzalar üzerinde topluca kalıyorduk. Bugünkü gibi her aile için ayrı bir çadırımız olmamıştı. Barakada tavana asılan birkaç gemici feneri insanların birbirini görme olanağı sağlıyordu. Uyuyanlar, yan gelip yatanlar, ağlaşan çocuklar, ranzaların arasında gecenin ilerleyen saatinde koşuşan çocuklar ve biz. İnsanlar, eşyalar ve hayvanlar karaya çıkarıldıktan birkaç gün sonra tren yolculuğumuz başladı. Katarın büyük bölümünü oluşturan vagonlarda oturmak için kanepe, koltuk, tuvalet yoktu. Trenle yolculuğumuzu unutmam mümkün değil. Kara vagon içersinde insanlar hep ayakta. İhtiyarlar çoğu kez genç aile bireylerinin dizlerine başlarını koyarak dinlenebiliyorlar. Akşam saatlerinde başlayan tren yolculuğumuz birkaç gün sürdü. Lokomotifin istasyonlara girip çıkarken çaldığı düdük unutulacak cinsinden değil. Tuzla’da başlayan tren yolculuğu Amasya da son buldu. Günün varlıkları ile akşam saatlerinde Mecitözü ilçesine geldik. Bir gaz deposunda geceledik. Bize kumanya verdiler. Deponun ortasında yine bir gemici feneri ile aydınlanıyorduk. Sabah olduğunda birkaç kağnının depo önündeki boşlukta yer aldığını gördüm. ARABA YOKTU, KAĞNI İki koca tekerlek üzerine konulan birkaç tahta parçası üzerine eşyalarımız yerleştirildi. O yıllarda ilçenin nüfusça kalabalık bir köyü olan Çıkrık a gidecektik. İhtiyarlar kağnıya bindirildi, gençler ve yürüyebilen çocuklar yaya olarak kağnı konvoyunu izliyorduk. Mecitözü ile Çıkrık arasında ki yol güzergahında tam zirvede şırıl, şırıl akan Suyun bulunduğu yöreye BELPINAR deniyordu. Kurtuluş Savaşından çıkan bir ulusun birkaç bireyi idi bizi taşıyan insanlar. Olanakları o kadardı. Pantolon değil bir pijama denebilirdi uzun don giysilerine. Beyaz bir dokumadın oluşan giysinin çokça kirlendiği gözden kaçmıyordu. Sabunun pek kırsal alana ulaşamadığı o günleri bir anımsarsak, deterjan olarak insanlar kil denen toprağı giysi temizliğinde kullanıyorlardı. Hatta bu sabun görevini üslenen kili kazmak için hayatını kaybedenler bile vardı. Akşam saatlerinde Çıkrık’a ulaştı konvoyumuz. Kağnıların çıkardığı güzel sesler bir başka orkestra idi sanki. Çocuklar konvoyu köy kenarında karşıladılar. Bize bakıyorlardı. Bizimde onlar gibi bir insan olduğumuzu görünce çok sevinmişler, çocuklarla çocuklar hemen kaynaşmışlardı. Yaşlı birkaç annenin yufkanın nasıl ıslanacağı ve yenebileceği konusunda göçmen kadınları bilgilendirdiği bugünkü gibi gözümün önünde. Göçmen kafilesinin karşılanışını kelimelerle anlatmak çok zor. Kurtuluş Savaşından çıkalı çok az bir zaman geçmiş olmasına rağmen insanların Avrupa’dan gelen göçmenlere gösterdiği sıcak ilgi unutulacak bir yaşam biçimi değildir. Birkaç gün sonra bizim için bulunan ev; aile bireyleri ve komşuların yardımları ile onarıldı. ARTIK YENİ EVİMİZDE İDİK ! Bize o günkü olanaklarla sunulan hizmeti unutamam. Okullar açılmıştı babam kaydımı yaptırdı. Ben bir yıl kadar Avrupa’da okula devam etmiştim. Çat pat yazabiliyordum. Öğretmenler yeterli görmedikleri için kaydımı birinci sınıfa yaptılar. O dönemde şimdiki gibi güzel okul çantaları yoktu. Annem bana bir bez parçasından defterimi, kalemimi alacak kadar bir çanta dikmişti. Bazı arkadaşlarımın mısır sapından örülmüş çantalı vardı. Saplar çeşitli boyalarla boyanmıştı. Onlara imreniyordum. Benimde olmasını istiyordum. Okulumuzda bir müdür beşte sınıf öğretmeni vardı. O yıllarda müdürlere başöğretmen deniyordu. Öğretmenlerden birisi bizim eve yakın bir yerde oturuyordu. Bir çocuğu vardı. Bir gün anneme “öğretmenimin kızının elleri tombul, tombul benimkiler neden kuru” dediğimi, annemin onunla benim aynı besinleri alamayışımın bir sonucu olduğunu söylediğini bugün ki gibi anımsıyorum. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI BAŞLAMIŞTI..! Ağabeyim ben son sınıfta iken askere gitmişti. Marmara bölgesinde vatani görevini yapıyordu. Ondan altı ay sonra ben de Kastamonu Gölköy Enstitüsü’ne giderek orta öğrenime başladım. Üç yıl sonra Samsun-Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’ne nakil oldum. Ağabeyimden altı ay sonra okulu bitirerek eve döndüm. Ayrılık beş yıl sürmüştü ufacık bir çocukken bir delikanlı olmuştum. Beni tanıyamadılar. Ailemin kaldığı köye öğretmen olmuştum. Babam beni hep umutlarla beslemiştir. O tavrı için onu hiç kınamadım. Bana oğlum ikinci sınıfa geç sana bir masa yaptıracağım derdi. Sınıfları bitirdikten sonra hani baba bana masa diye takıldım: ”Oğlum sana masayı devlet verdi” dedi. İlkokul son sınıf okuma kitabı son sayfalarında unutamadığı üç şiiri bir süre internette bile aradım ancak geçtiğimiz günlerde ulaşamadığıma ulaştım diyebilirim. Bu satırları sizlere ulaştırmamda ana tema şu: Bu üç şiir Kurtuluş Savaşı sonrasında şairlerimizden Yusuf Ziya Ortaç tarafından kaleme alınmıştı. Şairimiz yazarken yaşamış, okurlarını yaşatmıştı. İstiklal Savaşında, Akdeniz’e ve Lozan’dan bugüne adındaki şiirlerin ilkokul kitaplarından neden silindiğini geçte olsa anlamış bulunuyorum. Umarım yorumuma sizlerde katılacaksınız. 'Lozan’dan Bugüne' adlı şiirin ilk sekiz satırını sizlere sunuyorum: LOZAN’DAN BUGÜNE: Kılıçlar girdi kına kalemler çıktı kından Müjdeler bekliyorduk bu ikinci akından. Eski yöney değişmiş yeni yöney Lozan’dı Ankara’nın gür sesi ta oraya uzandı. Meydan boğazlaşması başladı aynı hızla Süngünün yaptığını yapıyorduk ağızla. Dün kılıç tutan el bugün kalem tutan eldi, Kalemini İzmir'de kılıçla yontup geldi. Lozan Antlaşması’na katılan Avrupalılar şiirin sekizinci satırına çok içerlemiş olmalılar ki dolaylı girişimlerle şiir yıllar sonra kitabın sayfalarından uzaklaştırılmıştır. Avrupa Birliği’ne girebilmek için yıllarca uğraşmaktayız. Ancak onlar bizi kabul etmemek için akla hayale gelmeyen nedenlerle kapıları kapatmaktadırlar. Avrupa’da iken arkadaşlarımdan duyduğum sözleri sizlere aktarmak isterim. O dönemde Cumhuriyet’in Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk sağdır. Sofya Ataşesi iken tanıdıkları Mustafa Kemal’in ülkesinde yaşayanların Avrupalı olacaklarını biliyorlar ve çocuklarının kulaklarına fısıldıyorlardı. Umarım yazımın başlığında kullanılan kelimeleri sizler de benim gibi değerlendirirsiniz. Beni okuduğunuz için teşekkür eder saygılarımı sunarım.(BSGMEDYA) |
1989 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |